Türk resmi 1950’lerden sonra özgün renge kavuştu
Geçtiğimiz haftalarda açılan Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi, sergilediği koleksiyon ile olduğu kadar çıkardığı yeni yayınlarla da Türk resmine hizmet ediyor. Müzenin kurucu küratörlüğünü üstlenen Prof. Dr. Gül İrepoğlu, dokuz yüz sanatçı ve iki bin beş yüzü geçen eser sayısına sahip koleksiyondan ilhamla, koleksiyona da paralel olarak “Türk Resmini İzlemek” kitabını yayımladı. İrepoğlu bu çalışmasında hem Türk resminin serüvenini anlatıyor hem de sanatçıları eserleriyle birlikte kendi dönemleri içerisinde değerlendiriyor. Ortaya koyduğu bu çalışmayı, “19. yüzyıldan başlayarak Türkiye’de yeni bir betimleme geleneği kuran sanatçıların peşine takılıp onların kah yoksunluk ve zahmet, kah heves ve tutku dolu ama hep azim ve renkle bezeli serüvenlerine eşlik etmek, şaşırtıcı olduğu kadar büyüleyici bir sefere çıkmak gibi” cümleleriyle özetliyor. Türk resmini yakından izleyen bir isim olarak Sanat tarihçisi Prof. Dr. Gül İrepoğlu ile çalışması “Türk Resmini İzlemek” üzerinden Türk resmini konuştuk.
“Burada sözünü ettiğimiz kavram Batılı anlamda resim, dolayısıyla 18. yüzyılda kitap sayfasından tuvale geçen resimleri başlangıç olarak kabul edebiliriz. Bu kavramların yerli yerine oturması ve yerleşmeye başlaması ise 19. yüzyılda Osman Hamdi Bey döneminde gerçekleşiyor” diyen İrepoğlu, Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmet Paşa, Hoca Alirıza ve Halil Paşa gibi isimleri Türk resminde başlangıcın temel taşları olarak niteliyor. Bu isimlerin ardından da “Geleneği yerleştirenler” olarak betimlediği Şevket Dağ, Mehmet Ali Laga, Sami Yetik, İbrahim Çallı, Feyhaman Duran ve Hikmet Onat gibi isimler geliyor.
Türk resim geleneğini bu ressamları kesin gruplara ayırarak kategorize etmenin çok doğru olmadığını ifade eden İrepoğlu, bu geleneği birbirinin içine geçen, aktarılan kavramlar olarak ele almanın daha doğru olduğunun altını çiziyor. İrepoğlu, “Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmed Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza, Halil Paşa ressamlığın yanı sıra resim sanatının tanınması ve eğitiminin verilmesi konusunda çaba göstermişlerdir” derken 1914 Kuşağı olarak tanımladığımız Sami Yetik, Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Avni Lifij, Namık İsmail, Ali Sami Boyar’ı içinse “Paris’te resim eğitimi alıp yurda döndükten sonra Empresyonizm’i kendilerine uyarlamış, resim sergilerine katılmış, Güzel Sanatlar Mektebi’nde öğretmenlik yaparak resim geleneğinin yerleşmesini sağlamışlardır” diyor.
1933 yılında Beyoğlu Narmanlı Yurdu’nda kapanmış eski bir şapkacı mağazasında kurulan bir grup ressam bir araya gelir ve yeni bir oluşum kurarlar. Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Cemal Tollu, Elif Naci, Abidin Dino ve Zühtü Müridoğlu tarafından kurulan bu grubun, 1909’da kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, 1929’da toplanan Güzel Sanatlar Birliği ve yine aynı yıl bir araya gelen Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar Birliği’nden sonra Türkiye’de oluşan dördüncü sanat grubu olduğunu ifade eden İrepoğlu, bu oluşumun sürekli gelişmeye açık ve güçlüklere karşı durmaya hazır sanat ortamında üst üste gelen yenilenme hareketlerinin başında geldiğinin altını çiziyor. “Türkiye’de oluşan dördüncü sanat grubu olarak kendilerine alfabenin dördüncü harfini, yani ‘d’ harfini isim olarak seçen d Grubu’nun amaçları Batı’da uzun yıllardır tanınan modern akımları yurdumuzda tanıtıp yaygınlaştırmaktı” diyen İrepoğlu, bu grupta yer alan sanatçıların, dönemin çağdaş sanat yansımalarına, desen gücüne, biçimsel araştırmaya ve yapısal kuruluşa ağırlık vererek Kübizm yolunda denemeler yaptıklarını ve Türk resminde yeni ufuklar açtıklarını ifade ediyor.
20. yüzyılın ikinci yarısından sonraki dönem farklı malzeme ve fikirleri deneme zamanı olarak karşımıza çıkıyor. Bu dönemi “baş döndürücü bir çeşitlilik” olarak tanımlayan İrepoğlu, yeni bir yüzyıla adım atarken görsel sanatlar alanında yaşanan gelişmeleri ise şu sözlerle özetliyor: “Bu dönemde de sanatçılar çeşitlemeleri sürdürerek özgün dillere yönelir, kendi öykülerini ve mesajlarını aktarır, zamanın akışına koşut olarak araştırmalara girişerek farklı malzemeleri deneme yoluna gider, ‘sanat yapıtı’ kavramı yeniden tanımlanır.”
Çalışmanın bir bölüm de Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun “öncü kadınlar” olarak adlandırdığı Türk resim sanatının ilk kadın ressamlarına ayrılmış. 1914’te açılan İnas Sanayi Nefise Mektebi’nin öncü kadın ressamlar açısından oldukça mühim olduğunu ifade eden İrepoğlu, “İnas Sanayi Nefise Mektebi’nin açılışı sanat duyarlığı olan ve ciddi bir eğitim olanağı arayan kadınlara yeni ufuklar sağlamıştır. Okula Ali Sami Boyar, Mihri Müşfik, Feyhaman Duran gibi değerli öğretmenlerin atanmasıyla eğitim alan öğrenciler yeteneklerini ve duyarlıklarını geliştirecek, buradan öncü kadın sanatçılar yetişmeye başlayacak, bu sanatçılar o değerli “öncü oluş”un sorumluluğunu ve ayrıcalığını ömür boyu taşıyarak çalışacaklardır” diyor. İrepoğlu, her biri kendi yolunu çizmeyi, yapıtlarında kişisel bir üsluba ulaşmayı başarmış ve ileriye yönelik seçkin örnekler oluşturmuş, İnas Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nden yetişen öncü kadın ressamlarımızdan değerli örneklerin de Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu’nda bulunduğunu sözlerine ekliyor.